25 Ocak 2016 Pazartesi

Yenilenebilir Enerji Kaynakları: Hidroelektrik Santrali ve Türkiye

Endüstri devrimi sonrası, o zamana kadar hiç olmadığı kadar enerjiye ihtiyaç doğdu. Endüstri devrimi ile birlikte enerjiye artan talebin, enerjinin toplumların hayatlarında ki önemini ortaya koydu. Zamanla birlikte teknolojinin gelişmesi ile birlikte günümüze kadar enerjiye olan talep de ihtiyaç da artarak artmaya devam etti. Başlangıçta enerji ihtiyacını karşılamak sadece birincil enerji kaynaklarından yararlanılırken, zamanla bu enerji kaynaklarının arzının sabit olması, çevreye yaydıkları olumsuz dışsallıklar gibi özellikleri sebebi ile devletler yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmeye başladı. Gelişmiş ülkeler genellikle yüksek teknoloji gerektiren yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelirken, gelişmekte olan ülkeler de kendi kapasitelerine uygun yenilenebilir enerji kaynaklarına yöneldi. Bu çalışmanın ana konusu yenilenebilir enerji kaynaklarından hidroelektrik santralleri ve Türkiye’de ki konumu  olacaktır. Türkiye’de ilk hidroelektrik santrali 1902 yılında Tarsus’ta yapılmıştır. Yıllar itibari ile Türkiye’nin kalkınma aşamasına paralel olarak enerji ihtiyacı da artış göstermiştir. Türkiye’ye ödemeler bilançosu içerisinde yer alan ithalat kaleminin önemli bir kısmını enerji ithalatı kapsamaktadır. Bu nedenledir ki enerjide olan dışa bağımlılık yüksek seviyededir. Türkiye bu enerji bağımlılığını azaltmak ve ithalatını düşürmek için yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelim sağlamıştır. Rüzgar, biyokütle, güneş enerjisi ve hidroelektrik santrali gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından Türkiye’nin yoğunlaştığı alan hidroelektrik santralleri olmuştur. 2000’li yıllara kadar hidroelektrik santralleri yapımında kamunun ağırlığı hissedilmektedir. Yapılan hidroelektrik santrallerinde kamu yer almaktadır. 2000’li yıllardan sonra ise özelleştirme politikaları çerçevesinde kamunun hidroelektrik santrallerinde ki yükünü özel sektör çekmeye başlamıştır. Bu durumun oluşmasında çıkartılan özelleştirme kanunları, hidroelektrik santralleri yapımında gözetilmesi gereken mevzuatın ve kanunların yumuşatılması yer almaktadır. Özel sektörün sadece kar gütme amacı ile kar sağlayabileceği alanlarda, çevreyi ve bölge halkına olacak olumsuz yansımalarını düşünmeden hareket etmesi ile birlikte ülkemizde hidroelektrik santralleri yarardan çok zarar getirmektedir. Hidroelektrik santrallerinin ulusal bir enerji arzı olması, dışarıya bağımlılığı azaltması, enerji ithalatını azaltması ve yapımı sırasında işsizliği azaltması gibi olumlu yanlarının yanında bilinçsiz ve dikkatsiz yer seçimi sonrası doğaya yapılacak tahribat, bazı durumlarda  bölge halkının iskanına sebep olunması, inşa edilen sularda ki balıkçılık faaliyetlerine olumsuz yansıması, su sporlarını olumsuz etkilemesi ve taşma olma gibi durumlarda çevre tarım topraklarını bölge halkını olumsuz etkilemesi gibi negatif yanları da vardır. Ancak bu negatif yanları yapılacak düzenlemeler ve sıkı denetlemeler ile birlikte geride bırakılabilecek seviyededir. Öyle ki devlet hidroelektrik santralleri yapımı için ÇED raporlarını hafifletmesi, mera ve tarım topraklarının yanında hidroelektrik santrallerinin yapılmasına izin vermesi gibi yanlış kararların önüne geçilerek ve bir su akımının üzerine birden çok  hidroelektrik santrali yerine titizlikle seçilecek bazı bölgelerde devletin gözetimi altında ve koyulacak kanunlar ile yapılacak doğru hidroelektrik santrali projeleri hem ülke için hem de toplum için yararlı olacaktır. Öyle ki 2010 yılında 172 aktif hidroelektrik santral yer alırken ülkede , 2015 yılında bu sayı 558 hidroelektrik santrali olarak gerçekleşerek ne kadar hızlı ve plansız bir şekilde sayılarının arttığının bir göstergesidir. Son söz olarak hidroelektrik santralleri ekonomimiz için gereklidir ve yararlıdır. Ancak özel kesimin titizlikle denetlenmesi ve devletin hidroelektrik santrali yapımında gözetimini sıkı yapması ile birlikte ülkemizde ki hidroelektrik santrallerin mevcut olumsuzlukları giderilecek ve ülkemiz için yerli, bağımsız, temiz doğa dostu ve  yenilenebilir bir enerji kaynağı yaratmış olacağız.

23 Ocak 2016 Cumartesi

Dediğimi Yap Yaptığımı Yapma: Neoliberal Politikalara Eleştiri



   Dünya Ticaret Örgütü’nün kurulması ile gelişmiş ülkelerin hepsi gelişmekte olan ülkelere kendileri gibi kalkınmak istiyorlar ise serbestleşme politikalarına geçmelerini önermişlerdir. Ve bu konuda tereddütte olan ya da serbestleşme politikalarını reddeden ülkelere de çeşitli yaptırımlar uygulamışlardır. Tarihsel süreçte geçmişe doğru bir tarama yaptığımızda gerçekten de günümüz kalkınmış ülkelerinin, kalkınma dönemlerinin başlarında serbestleşme politikaları mı uyguladıklarına baktığımızda bu durumun bir kaç istisna dışında böyle olmadığı açıkça görülmektedir. Günümüz ekonomilerinde serbestleşme yanlısı politikaların en büyük savunucusu olan İngiltere ve ABD kalkınma dönemlerinin başlangıcında çokta katı bir şekilde korumacılığı uyguladığını söylemek mümkündür. İngiltere 1400’lü yıllardan itibaren 1800’lü yıllara kadar karşılaştırmalı üstünlüğü elde edene kadar bir çok sektörde korumacılığa gitmiştir. Bu korumacılık politikaları uygulanmasaydı İngiltere sanayileşmede ki başarısını yakalaması pek te mümkün olmayacaktı. Öyle ki 1800’lü yılların başında baskılara dayanamayıp korumacılığı hafifleten İngiltere belirli bir zaman sonra elde ettiği karşılaştırmalı üstünlükleri kaybetmeye başladığını fark ettiği anda 1900’lü yılların başında tekrar korumacı politikalara geri dönüş sağladı. 1700’lü yıllarda Hindistan’dan yoğun bir şekilde yapılan pamuklu ürün ithalatı, korumacılıkla beraber İngiltere pamuklu ürün sanayisinin gelişmesi ile birlikte 1873 yılına gelindiğinde İngiliz pamuklu mal ihracatının %40-45’inin Hindistan’a yapılıyor olması korumacılığın bir ülke sanayisinin gelişmesi için ne kadar önemli olduğunu gözler önüne sermektedir. ABD günümüzde serbestleşme hareketinin bayrak taşıyanı konumu olmasına rağmen bağımsızlığını kazandığı ve kalkınmaya başladığı yıllarda en katı korumacılığı uygulayan ülkedir. Amerika’nın tarihi dikkatli ve yansız okunduğunda bebek sanayi korumasının önemi ortaya çıkar. Öyle ki 1820 yılında mamul mallara uygulanan tarife oranı yaklaşık %40’lar seviyesindeydi. 1860 seçimlerinde Lincoln’un seçim propagandası korumacılığı arttıracağını söyleyerek yer vermesi ona seçimden zaferle çıkmanın kapısını aralamıştı. İkinci Dünya Savaşı’na kadar Amerika’nın ekonomide korumacılık güdüleri devam etti ve sanayide karşılaştırmalı üstünlüğü ele aldıktan sonrada savaş sonrası serbestleşme politikalarının en ateşli yanlısı olarak dünya ekonomi piyasasında yer aldı. Yapılan araştırmalarda korumacılığın ABD ekonomisi için ne kadar faydalı olduğunu gözler önüne sermektedir. On dokuzuncu yüzyıl boyunca ve 1920’lere kadar korumacılık politikaları uygulayan Amerika ekonomisi dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi olduğunu göstermektedir. Aslında bu kadar gerilere de gitmeye gerek yoktur. Gelişmekte olan ülkelere serbest piyasa ekonomisini öneren ve dayatan Amerika 2008 krizi sonrası neo liberal politikaları bırakarak piyasalara sert müdahalelerde bulunmuştur. Özel kesim bankaları ve önemli şirketleri batmaktan kurtarmak için çok büyük yardım fonları oluşturup kamunun bu fonlarını piyasanın tekrardan ayağa kalkabilmesi için kullanmıştır. Oysa ki gerçekten gelişmekte olan ülkelere önerdiği neo liberal politikalara bağlı kalsalardı piyasanın kendi kendine krizden çıkmasını beklerken neo klasiklerinde kriz dönemleri için dediği gibi tabiri caizse sistemde bulunan çürük elmaların kriz döneminde tasfiye olması ve piyasada sadece güçlü firmaların kalmasına göz yumardı. Lakin neo liberal politikaların tam tersini uygulayarak kamu kaynaklarını neredeyse hepsini piyasanın tekrar ayağa kalkması için kullandı.

Bebek endüstriler tezi 18. Yüzyılın sonlarına doğru Alexander Hamilton ve Friedrich List tarafından geliştirilmiş, ileride gelişip karşılaştırılmalı üstünlüğe sahip olacak alanların korumacılık ile gelişmelerini sağlayıp tamamlayana kadar korunarak, daha sonra karşılaştırmalı üstünlükleri elde ettiklerinde uluslararası piyasalarda üstünlük sağlamalarıdır. Hamilton bu stratejiyi ABD için uygularken List’te sürgün yıllarında etkilenip Almanya’ya geri döndüğünde bu stratejileri uygulamıştır. 1980’li yılların başlarında neo liberal politikaların gelişmiş ülkeler tarafından tüm dünya ülkelerine dayatılması ile birlikte gelişmekte olan ülkeler daha karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olamadan, uluslararası alanda rekabet gücü elde edemeden dışa açılmalarının cezasını büyük cari açıklar vererek ödedi. 80’li yıllarda sadece bir kaç gelişmekte olan ülke serbestleşme politikalarına karşı çıkarak korumacılığa devam etti ve günümüzde o ülkelerde kalkınmalarını gerçekleştirmiş oldu. Örnek vermek gerekirse Güney Kore. Günümüzde ise bebek endüstriler tezini uygulayamadan dışa açılan ülkelerin en büyük sorundan biriside bağımlılık oldu. Gelişmekte olan ülkeler teknoloji bakımından gelişmiş ülkelere bağımlı kalmaları sonucu doğurdu. Çok uzağa gitmeye gerek olmadan Türkiye açısından da bu durumu inceleyebiliriz. Kurtuluş savaşından çok partili hayata geçene kadar korumacılık uygulayan ülkemiz, hem bu yıllar itibari ile dış fazla verirken hem de ithal ikameci politikalar ile kendi sanayilerini geliştirmeye başlamıştı. Öyle ki bu dönemde ilk yerli uçak üretilip ihraç dahi edilmişti. Savaş sonrası her karış toprağı talan edilen bir ülkenin doğru politikalar ve korumacılıkla kısa sürede toparlanmaya başlaması da gelişmekte olan ülkelerde devletin uygulamış olduğu doğru politikaların gelişip kalkınmada ne kadar etkisi olduğunu göstermektedir. 1946 yılında ihracatın ithalatını karşılama oranı Türkiye’de %180,5 iken 1947 yılında bu oran %91’e düşmüştür ve bir daha ihracat verileri ithalat verileri üzerinde gerçekleşmemiştir.(TÜİK) Gelişmekte olan ülkelerin teknolojik bağımlılıktan kurtulmaları, kalkınmalarını tamamlamaları ve dünya ticaretinde söz sahibi olabilmeleri için kendi ülke, kültür, jeopolitik yapılarına uygun kilit sektörler belirleyerek bu sektörlerin gelişmesi için tarifelerle koruması gerekmektedir. Bu belirlenen sektörlerde devletin gözetimi ve teşviki altında gelişmelerini tamamladıkları an uluslararası piyasalara açılıp söz sahibi olacaklardır. Ve bu da pozitif dışsallık yayarak ileri ve geri bağlantılı olduğu ülkede bulunan diğer sektörleri de olumlu etkileyecektir. Ancak ne yazık ki günümüz piyasa ekonomisi koşulları altında gelişmiş ülkelerin bunları yaptırmaya göz yumacaklarını düşünmek biraz da fazla iyimserlik olacaktır. Bu nedenle gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arası fark neo liberal iktisatçıların belirttiği gibi serbestlik ile beraber kapanacağı yere daha da çok artacaktır.

6 Ocak 2016 Çarşamba

Avrupa Borç Krizi


   Dünya ekonomi tarihinin en büyük krizlerinden birisi olan 2008 Küresel Finansal Krizin etkileri durgun bir göle atılan taş tanesinin yarattığı dalgalar misali tüm dünyayı etkisi altına almıştır. Bu krizden en çok etkilenen bölgelerden bir tanesi de Avrupa Bölgesi olmuştur. Avrupa Borç krizinin temellerinde 2008 krizinin etkileri yatmaktadır. 2008 krizi öncesi bir yandan ortak para birimi avroya geçiş nedeniyle düşen faiz oranları ile özel ve kamu kesiminin ucuz finansman bulmaları bir yandan da ucuz emek ve bol sermaye ortamında Avrupa Bölgesi kamu harcamalarını arttırmış ve gerekli önlemlerin alınmaması ile ileride oluşacak durumlara karşı bir eylem planı oluşturulmadığı için patlak veren 2008 krizi sonrası Avrupalı devletler kendilerini derin borç çukurları içerisinde bulmuştur. Bu ucuz emek ve kredi olanakları karşısında ekonomi de verimliliği ve rekabeti arttıracak alanlara yatırımların sınırlı kalması bu borç krizinin nedenlerindendir. Finansal krizle birlikte Avrupa ülkelerinde bankalarda yaşanan sorunlarında çözülmesi için kamunun desteği ihtiyacı ortaya çıkmıştır ve kamulaştırmalarla birlikte özel kesim bankaların sorunları kamuya geçmiştir. Ayrı olarak ekonomide işler yolunda gider iken vergi gelirlerinin artması ile kamu harcamalarını daha da çok arttırmış ve krizle beraber Avrupa borç krizinin oluşmasında etkisi olmuştur. Borçların geri ödenme riski arttıkça uluslararası kuruluşların ülke kredi puanlarında indirimlere gitmesi bu ülkelerin daha zor krediye ulaşma ve daha maliyetli krediler ile karşı karşıya kalmasına yol açmıştır. Borçların geri ödenmesinde çıkan sorunların aşılması için IMF ve AMB gibi kuruluşlar yardımda bulunsa da sorunun temeli çözüme ulaştırılamamıştır.

   Finansal entegrasyonun arttığı günümüzde 2000’li yıllarda ucuz finansmanın bulunması, küreselleşme hareketleri ile birlikte dış portföy yatırımların artması 2007 yılında bazı Avrupalı ülkelerin tahvil, hisse senedi, bono gibi varlıkların GSYH’ya %’sel olarak oranlaması şöyledir;

Avrupa bölgesi ülkelerinin ortalaması = 557.6
Fransa 668.5 İspanya 550.2 Lüksemburg = 3234


Bu rakamlardan da anlaşılacağı gibi kriz öncesi finansal genişlemenin Avrupa ülkelerinde ne denli yüksek olduğu gözükmektedir. 2008 krizi ile beraber uluslararası piyasalarda hakim olan belirsizlik ve risk primlerinin artması yatırım iştahlarını azaltmış ve bu nedenle yatırımcılar paralarına güvenli limanlar aramıştır. Kolay finansman sağlamanın zorlaştığı bir konjonktürden Avrupalı ülkeler oldukça etkilenmişlerdir. Ucuz finansman olanağının azalması ve belirsizlik nedeni ile yatırımlar ve üretimler azalmıştır dolayısıyla bu ikisinin doğal sonucu düşük büyüme  ile yüksek işsizlik oranları yaşanmıştır. Yaşanan durgunluk ve kriz ortamının etkisini azaltmak için Avrupa Merkez Bankası kredi olanakları sağlamıştır ve devletler tekelinde baktığımızda da önlem paketleri açıklanarak genişletici maliye politikaları uygulanmıştır. Yatırımda, talepte yaşanan kriz nedeni ile devlet gelirleri azalma yaşar iken genişletici maliye politikaları ile bütçe açıkları iyice artmış ve devletlerin borçlanmaları daha da artmıştır. Yani kriz ile birlikte kamunun borç yükü iyice artmıştır. Finansal krizden sonra yaşanan durgunluk ve düşük büyüme, banka krizleri ve borçlu ülkelerdeki borçlanma maliyetlerinin artması Avrupa Borç Krizinin ağırlaşmasına yol açmıştır. Küresel Finansal Kriz sonrası uygulanan politikaların etkisi ile Avrupa’nın borç krizi ile etkili olamamıştır. Ortaya çıkan sorunların çözümü için çözümler sağlıklı olmamış ve gecikmeli olarak alınmıştır. Borç krizi yaşayan ülkelere yardımlar yapılmasını Almanya gibi mali dengesi güçlü ülkelerinde sıcak bakmaması nedeni ile sorunlar daha da derinleşmiştir. Sonuç olarak incelediğimizde 2008 öncesi piyasalarda oluşan yapay olumlu havanın etkisi ve ortak para birimi olarak avroya geçilmesi ile Avrupalı devletler oldukça ucuz finansmanlara ulaşmışlardır ve bu ucuz finansmanlar verimli ve rekabet gücünü arttırıcı yatırımlara kanalize edilememiştir. Devletinde küresel kriz öncesi kamu harcamalarını arttırması ile birlikte kamunun borçları artmaya başlamıştır. 2008 krizi ile birlikte küresel anlamda ortaya çıkan krizden Avrupa bölgesi de nasibini almıştır. Kriz döneminde ülkelerin kredi risk puanlarının artması ve ucuz kredi musluğunun kapanması, büyüme oranlarının dipleri görmesi hatta 2009 yılında negatif büyümeler yani küçülmeler gerçekleşmesi , ülkelerin kriz öncesi mali disiplinlerini tam sağlamaması nedeni ile krizle birlikte bankacılık ve özel kesimde çıkan olumsuzlukları düzeltmek için devletin müdahalesi ile özel kesim borçları devletleştirilerek kamu borçları daha da artmıştır. Bütün bu sayılan etkenlerin yanında bir de alınan önlemlerin zamanlamasının geç olması ve krizi önleyecek ölçüde gerçekçi politikaların yokluğu nedeni ile Avrupa Borç Krizi kaçınılmaz bir son olarak gerçekleşmiştir. 2008 yılından günümüze yaklaşık 8 sene geçmesine rağmen hala bazı Avrupalı devletlerin borç sorunu devam etmektedir. En güzel örnek olarak Yunanistan’ı verebiliriz. Yani ABD merkezli krizi ABD ile birlikte  çoğu ülke etkilerini atlatmış ve krizin izlerini silmişken Avrupa’da hala bazı ülkeler de bu krizin sonucu ortaya çıkan olumsuzluklar düzeltilememiş ve etkileri hala yaşanmaktadır.