Endüstri devrimi sonrası, o zamana kadar hiç olmadığı kadar
enerjiye ihtiyaç doğdu. Endüstri devrimi ile birlikte enerjiye artan talebin,
enerjinin toplumların hayatlarında ki önemini ortaya koydu. Zamanla birlikte
teknolojinin gelişmesi ile birlikte günümüze kadar enerjiye olan talep de
ihtiyaç da artarak artmaya devam etti. Başlangıçta enerji ihtiyacını karşılamak
sadece birincil enerji kaynaklarından yararlanılırken, zamanla bu enerji
kaynaklarının arzının sabit olması, çevreye yaydıkları olumsuz dışsallıklar
gibi özellikleri sebebi ile devletler yenilenebilir enerji kaynaklarına
yönelmeye başladı. Gelişmiş ülkeler genellikle yüksek teknoloji gerektiren
yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelirken, gelişmekte olan ülkeler de kendi
kapasitelerine uygun yenilenebilir enerji kaynaklarına yöneldi. Bu çalışmanın
ana konusu yenilenebilir enerji kaynaklarından hidroelektrik santralleri ve
Türkiye’de ki konumu olacaktır.
Türkiye’de ilk hidroelektrik santrali 1902 yılında Tarsus’ta yapılmıştır.
Yıllar itibari ile Türkiye’nin kalkınma aşamasına paralel olarak enerji
ihtiyacı da artış göstermiştir. Türkiye’ye ödemeler bilançosu içerisinde yer
alan ithalat kaleminin önemli bir kısmını enerji ithalatı kapsamaktadır. Bu
nedenledir ki enerjide olan dışa bağımlılık yüksek seviyededir. Türkiye bu
enerji bağımlılığını azaltmak ve ithalatını düşürmek için yenilenebilir enerji
kaynaklarına yönelim sağlamıştır. Rüzgar, biyokütle, güneş enerjisi ve hidroelektrik
santrali gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından Türkiye’nin yoğunlaştığı alan
hidroelektrik santralleri olmuştur. 2000’li yıllara kadar hidroelektrik
santralleri yapımında kamunun ağırlığı hissedilmektedir. Yapılan hidroelektrik
santrallerinde kamu yer almaktadır. 2000’li yıllardan sonra ise özelleştirme
politikaları çerçevesinde kamunun hidroelektrik santrallerinde ki yükünü özel
sektör çekmeye başlamıştır. Bu durumun oluşmasında çıkartılan özelleştirme
kanunları, hidroelektrik santralleri yapımında gözetilmesi gereken mevzuatın ve
kanunların yumuşatılması yer almaktadır. Özel sektörün sadece kar gütme amacı
ile kar sağlayabileceği alanlarda, çevreyi ve bölge halkına olacak olumsuz
yansımalarını düşünmeden hareket etmesi ile birlikte ülkemizde hidroelektrik
santralleri yarardan çok zarar getirmektedir. Hidroelektrik santrallerinin
ulusal bir enerji arzı olması, dışarıya bağımlılığı azaltması, enerji
ithalatını azaltması ve yapımı sırasında işsizliği azaltması gibi olumlu
yanlarının yanında bilinçsiz ve dikkatsiz yer seçimi sonrası doğaya yapılacak
tahribat, bazı durumlarda bölge halkının
iskanına sebep olunması, inşa edilen sularda ki balıkçılık faaliyetlerine
olumsuz yansıması, su sporlarını olumsuz etkilemesi ve taşma olma gibi
durumlarda çevre tarım topraklarını bölge halkını olumsuz etkilemesi gibi
negatif yanları da vardır. Ancak bu negatif yanları yapılacak düzenlemeler ve
sıkı denetlemeler ile birlikte geride bırakılabilecek seviyededir. Öyle ki
devlet hidroelektrik santralleri yapımı için ÇED raporlarını hafifletmesi, mera
ve tarım topraklarının yanında hidroelektrik santrallerinin yapılmasına izin
vermesi gibi yanlış kararların önüne geçilerek ve bir su akımının üzerine
birden çok hidroelektrik santrali yerine
titizlikle seçilecek bazı bölgelerde devletin gözetimi altında ve koyulacak
kanunlar ile yapılacak doğru hidroelektrik santrali projeleri hem ülke için hem
de toplum için yararlı olacaktır. Öyle ki 2010 yılında 172 aktif hidroelektrik
santral yer alırken ülkede , 2015 yılında bu sayı 558 hidroelektrik santrali
olarak gerçekleşerek ne kadar hızlı ve plansız bir şekilde sayılarının
arttığının bir göstergesidir. Son söz olarak hidroelektrik santralleri
ekonomimiz için gereklidir ve yararlıdır. Ancak özel kesimin titizlikle
denetlenmesi ve devletin hidroelektrik santrali yapımında gözetimini sıkı
yapması ile birlikte ülkemizde ki hidroelektrik santrallerin mevcut
olumsuzlukları giderilecek ve ülkemiz için yerli, bağımsız, temiz doğa dostu
ve yenilenebilir bir enerji kaynağı
yaratmış olacağız.
25 Ocak 2016 Pazartesi
23 Ocak 2016 Cumartesi
Dediğimi Yap Yaptığımı Yapma: Neoliberal Politikalara Eleştiri
Dünya Ticaret Örgütü’nün kurulması ile gelişmiş ülkelerin hepsi
gelişmekte olan ülkelere kendileri gibi kalkınmak istiyorlar ise serbestleşme
politikalarına geçmelerini önermişlerdir. Ve bu konuda tereddütte olan ya da
serbestleşme politikalarını reddeden ülkelere de çeşitli yaptırımlar uygulamışlardır.
Tarihsel süreçte geçmişe doğru bir tarama yaptığımızda gerçekten de günümüz
kalkınmış ülkelerinin, kalkınma dönemlerinin başlarında serbestleşme
politikaları mı uyguladıklarına baktığımızda bu durumun bir kaç istisna dışında
böyle olmadığı açıkça görülmektedir. Günümüz ekonomilerinde serbestleşme
yanlısı politikaların en büyük savunucusu olan İngiltere ve ABD kalkınma
dönemlerinin başlangıcında çokta katı bir şekilde korumacılığı uyguladığını
söylemek mümkündür. İngiltere 1400’lü yıllardan itibaren 1800’lü yıllara kadar
karşılaştırmalı üstünlüğü elde edene kadar bir çok sektörde korumacılığa
gitmiştir. Bu korumacılık politikaları uygulanmasaydı İngiltere sanayileşmede
ki başarısını yakalaması pek te mümkün olmayacaktı. Öyle ki 1800’lü yılların başında
baskılara dayanamayıp korumacılığı hafifleten İngiltere belirli bir zaman sonra
elde ettiği karşılaştırmalı üstünlükleri kaybetmeye başladığını fark ettiği
anda 1900’lü yılların başında tekrar korumacı politikalara geri dönüş sağladı.
1700’lü yıllarda Hindistan’dan yoğun bir şekilde yapılan pamuklu ürün ithalatı,
korumacılıkla beraber İngiltere pamuklu ürün sanayisinin gelişmesi ile birlikte
1873 yılına gelindiğinde İngiliz pamuklu mal ihracatının %40-45’inin
Hindistan’a yapılıyor olması korumacılığın bir ülke sanayisinin gelişmesi için
ne kadar önemli olduğunu gözler önüne sermektedir. ABD günümüzde serbestleşme
hareketinin bayrak taşıyanı konumu olmasına rağmen bağımsızlığını kazandığı ve
kalkınmaya başladığı yıllarda en katı korumacılığı uygulayan ülkedir.
Amerika’nın tarihi dikkatli ve yansız okunduğunda bebek sanayi korumasının
önemi ortaya çıkar. Öyle ki 1820 yılında mamul mallara uygulanan tarife oranı
yaklaşık %40’lar seviyesindeydi. 1860 seçimlerinde Lincoln’un seçim
propagandası korumacılığı arttıracağını söyleyerek yer vermesi ona seçimden
zaferle çıkmanın kapısını aralamıştı. İkinci Dünya Savaşı’na kadar Amerika’nın
ekonomide korumacılık güdüleri devam etti ve sanayide karşılaştırmalı üstünlüğü
ele aldıktan sonrada savaş sonrası serbestleşme politikalarının en ateşli
yanlısı olarak dünya ekonomi piyasasında yer aldı. Yapılan araştırmalarda
korumacılığın ABD ekonomisi için ne kadar faydalı olduğunu gözler önüne
sermektedir. On dokuzuncu yüzyıl boyunca ve 1920’lere kadar korumacılık
politikaları uygulayan Amerika ekonomisi dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi
olduğunu göstermektedir. Aslında bu kadar gerilere de gitmeye gerek yoktur.
Gelişmekte olan ülkelere serbest piyasa ekonomisini öneren ve dayatan Amerika
2008 krizi sonrası neo liberal politikaları bırakarak piyasalara sert
müdahalelerde bulunmuştur. Özel kesim bankaları ve önemli şirketleri batmaktan
kurtarmak için çok büyük yardım fonları oluşturup kamunun bu fonlarını
piyasanın tekrardan ayağa kalkabilmesi için kullanmıştır. Oysa ki gerçekten
gelişmekte olan ülkelere önerdiği neo liberal politikalara bağlı kalsalardı
piyasanın kendi kendine krizden çıkmasını beklerken neo klasiklerinde kriz
dönemleri için dediği gibi tabiri caizse sistemde bulunan çürük elmaların kriz
döneminde tasfiye olması ve piyasada sadece güçlü firmaların kalmasına göz
yumardı. Lakin neo liberal politikaların tam tersini uygulayarak kamu
kaynaklarını neredeyse hepsini piyasanın tekrar ayağa kalkması için kullandı.
Bebek endüstriler tezi 18. Yüzyılın sonlarına doğru
Alexander Hamilton ve Friedrich List tarafından geliştirilmiş, ileride gelişip
karşılaştırılmalı üstünlüğe sahip olacak alanların korumacılık ile
gelişmelerini sağlayıp tamamlayana kadar korunarak, daha sonra karşılaştırmalı
üstünlükleri elde ettiklerinde uluslararası piyasalarda üstünlük
sağlamalarıdır. Hamilton bu stratejiyi ABD için uygularken List’te sürgün
yıllarında etkilenip Almanya’ya geri döndüğünde bu stratejileri uygulamıştır.
1980’li yılların başlarında neo liberal politikaların gelişmiş ülkeler
tarafından tüm dünya ülkelerine dayatılması ile birlikte gelişmekte olan
ülkeler daha karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olamadan, uluslararası alanda
rekabet gücü elde edemeden dışa açılmalarının cezasını büyük cari açıklar
vererek ödedi. 80’li yıllarda sadece bir kaç gelişmekte olan ülke serbestleşme
politikalarına karşı çıkarak korumacılığa devam etti ve günümüzde o ülkelerde
kalkınmalarını gerçekleştirmiş oldu. Örnek vermek gerekirse Güney Kore.
Günümüzde ise bebek endüstriler tezini uygulayamadan dışa açılan ülkelerin en
büyük sorundan biriside bağımlılık oldu. Gelişmekte olan ülkeler teknoloji
bakımından gelişmiş ülkelere bağımlı kalmaları sonucu doğurdu. Çok uzağa
gitmeye gerek olmadan Türkiye açısından da bu durumu inceleyebiliriz. Kurtuluş
savaşından çok partili hayata geçene kadar korumacılık uygulayan ülkemiz, hem
bu yıllar itibari ile dış fazla verirken hem de ithal ikameci politikalar ile
kendi sanayilerini geliştirmeye başlamıştı. Öyle ki bu dönemde ilk yerli uçak
üretilip ihraç dahi edilmişti. Savaş sonrası her karış toprağı talan edilen bir
ülkenin doğru politikalar ve korumacılıkla kısa sürede toparlanmaya başlaması
da gelişmekte olan ülkelerde devletin uygulamış olduğu doğru politikaların
gelişip kalkınmada ne kadar etkisi olduğunu göstermektedir. 1946 yılında
ihracatın ithalatını karşılama oranı Türkiye’de %180,5 iken 1947 yılında bu
oran %91’e düşmüştür ve bir daha ihracat verileri ithalat verileri üzerinde
gerçekleşmemiştir.(TÜİK) Gelişmekte olan ülkelerin teknolojik bağımlılıktan
kurtulmaları, kalkınmalarını tamamlamaları ve dünya ticaretinde söz sahibi
olabilmeleri için kendi ülke, kültür, jeopolitik yapılarına uygun kilit
sektörler belirleyerek bu sektörlerin gelişmesi için tarifelerle koruması
gerekmektedir. Bu belirlenen sektörlerde devletin gözetimi ve teşviki altında
gelişmelerini tamamladıkları an uluslararası piyasalara açılıp söz sahibi
olacaklardır. Ve bu da pozitif dışsallık yayarak ileri ve geri bağlantılı
olduğu ülkede bulunan diğer sektörleri de olumlu etkileyecektir. Ancak ne yazık
ki günümüz piyasa ekonomisi koşulları altında gelişmiş ülkelerin bunları
yaptırmaya göz yumacaklarını düşünmek biraz da fazla iyimserlik olacaktır. Bu
nedenle gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arası fark neo liberal
iktisatçıların belirttiği gibi serbestlik ile beraber kapanacağı yere daha da
çok artacaktır.
Etiketler:
2008,
2023,
Almanya,
avrupa,
borç krizi,
büyüme,
devlet,
din kültürü,
dünya bankası,
enflasyon,
ihracat,
ithalat,
küreselleşme,
list,
marshall planı,
politika,
seçim,
tasarruf,
tcmb,
tüik
6 Ocak 2016 Çarşamba
Avrupa Borç Krizi
Dünya ekonomi tarihinin en büyük krizlerinden birisi olan 2008 Küresel
Finansal Krizin etkileri durgun bir göle atılan taş tanesinin yarattığı
dalgalar misali tüm dünyayı etkisi altına almıştır. Bu krizden en çok etkilenen
bölgelerden bir tanesi de Avrupa Bölgesi olmuştur. Avrupa Borç krizinin
temellerinde 2008 krizinin etkileri yatmaktadır. 2008 krizi öncesi bir yandan
ortak para birimi avroya geçiş nedeniyle düşen faiz oranları ile özel ve kamu
kesiminin ucuz finansman bulmaları bir yandan da ucuz emek ve bol sermaye
ortamında Avrupa Bölgesi kamu harcamalarını arttırmış ve gerekli önlemlerin
alınmaması ile ileride oluşacak durumlara karşı bir eylem planı oluşturulmadığı
için patlak veren 2008 krizi sonrası Avrupalı devletler kendilerini derin borç
çukurları içerisinde bulmuştur. Bu ucuz emek ve kredi olanakları karşısında
ekonomi de verimliliği ve rekabeti arttıracak alanlara yatırımların sınırlı
kalması bu borç krizinin nedenlerindendir. Finansal krizle birlikte Avrupa
ülkelerinde bankalarda yaşanan sorunlarında çözülmesi için kamunun desteği
ihtiyacı ortaya çıkmıştır ve kamulaştırmalarla birlikte özel kesim bankaların
sorunları kamuya geçmiştir. Ayrı olarak ekonomide işler yolunda gider iken
vergi gelirlerinin artması ile kamu harcamalarını daha da çok arttırmış ve
krizle beraber Avrupa borç krizinin oluşmasında etkisi olmuştur. Borçların geri
ödenme riski arttıkça uluslararası kuruluşların ülke kredi puanlarında
indirimlere gitmesi bu ülkelerin daha zor krediye ulaşma ve daha maliyetli
krediler ile karşı karşıya kalmasına yol açmıştır. Borçların geri ödenmesinde
çıkan sorunların aşılması için IMF ve AMB gibi kuruluşlar yardımda bulunsa da
sorunun temeli çözüme ulaştırılamamıştır.
Finansal entegrasyonun arttığı günümüzde 2000’li yıllarda ucuz finansmanın
bulunması, küreselleşme hareketleri ile birlikte dış portföy yatırımların
artması 2007 yılında bazı Avrupalı ülkelerin tahvil, hisse senedi, bono gibi
varlıkların GSYH’ya %’sel olarak oranlaması şöyledir;
Avrupa bölgesi ülkelerinin
ortalaması = 557.6
Fransa 668.5 İspanya 550.2
Lüksemburg = 3234
Bu rakamlardan da anlaşılacağı
gibi kriz öncesi finansal genişlemenin Avrupa ülkelerinde ne denli yüksek
olduğu gözükmektedir. 2008 krizi ile beraber uluslararası piyasalarda hakim
olan belirsizlik ve risk primlerinin artması yatırım iştahlarını azaltmış ve bu
nedenle yatırımcılar paralarına güvenli limanlar aramıştır. Kolay finansman
sağlamanın zorlaştığı bir konjonktürden Avrupalı ülkeler oldukça
etkilenmişlerdir. Ucuz finansman olanağının azalması ve belirsizlik nedeni ile
yatırımlar ve üretimler azalmıştır dolayısıyla bu ikisinin doğal sonucu düşük
büyüme ile yüksek işsizlik oranları
yaşanmıştır. Yaşanan durgunluk ve kriz ortamının etkisini azaltmak için Avrupa
Merkez Bankası kredi olanakları sağlamıştır ve devletler tekelinde baktığımızda
da önlem paketleri açıklanarak genişletici maliye politikaları uygulanmıştır.
Yatırımda, talepte yaşanan kriz nedeni ile devlet gelirleri azalma yaşar iken
genişletici maliye politikaları ile bütçe açıkları iyice artmış ve devletlerin
borçlanmaları daha da artmıştır. Yani kriz ile birlikte kamunun borç yükü iyice
artmıştır. Finansal krizden sonra yaşanan durgunluk ve düşük büyüme, banka
krizleri ve borçlu ülkelerdeki borçlanma maliyetlerinin artması Avrupa Borç
Krizinin ağırlaşmasına yol açmıştır. Küresel Finansal Kriz sonrası uygulanan
politikaların etkisi ile Avrupa’nın borç krizi ile etkili olamamıştır. Ortaya
çıkan sorunların çözümü için çözümler sağlıklı olmamış ve gecikmeli olarak
alınmıştır. Borç krizi yaşayan ülkelere yardımlar yapılmasını Almanya gibi mali
dengesi güçlü ülkelerinde sıcak bakmaması nedeni ile sorunlar daha da
derinleşmiştir. Sonuç olarak incelediğimizde 2008 öncesi piyasalarda oluşan
yapay olumlu havanın etkisi ve ortak para birimi olarak avroya geçilmesi ile
Avrupalı devletler oldukça ucuz finansmanlara ulaşmışlardır ve bu ucuz
finansmanlar verimli ve rekabet gücünü arttırıcı yatırımlara kanalize
edilememiştir. Devletinde küresel kriz öncesi kamu harcamalarını arttırması ile
birlikte kamunun borçları artmaya başlamıştır. 2008 krizi ile birlikte küresel
anlamda ortaya çıkan krizden Avrupa bölgesi de nasibini almıştır. Kriz
döneminde ülkelerin kredi risk puanlarının artması ve ucuz kredi musluğunun
kapanması, büyüme oranlarının dipleri görmesi hatta 2009 yılında negatif
büyümeler yani küçülmeler gerçekleşmesi , ülkelerin kriz öncesi mali
disiplinlerini tam sağlamaması nedeni ile krizle birlikte bankacılık ve özel
kesimde çıkan olumsuzlukları düzeltmek için devletin müdahalesi ile özel kesim
borçları devletleştirilerek kamu borçları daha da artmıştır. Bütün bu sayılan
etkenlerin yanında bir de alınan önlemlerin zamanlamasının geç olması ve krizi
önleyecek ölçüde gerçekçi politikaların yokluğu nedeni ile Avrupa Borç Krizi
kaçınılmaz bir son olarak gerçekleşmiştir. 2008 yılından günümüze yaklaşık 8
sene geçmesine rağmen hala bazı Avrupalı devletlerin borç sorunu devam
etmektedir. En güzel örnek olarak Yunanistan’ı verebiliriz. Yani ABD merkezli
krizi ABD ile birlikte çoğu ülke
etkilerini atlatmış ve krizin izlerini silmişken Avrupa’da hala bazı ülkeler de
bu krizin sonucu ortaya çıkan olumsuzluklar düzeltilememiş ve etkileri hala yaşanmaktadır.
Etiketler:
1980,
2008,
2023,
Almanya,
avrupa,
borç krizi,
eğitim,
fiyat istikrarı,
kentsel dönüşüm,
keynes,
lise,
marshall planı,
sanayi,
stagflasyon,
tasarruf,
yapısal reform,
yunanistan
Kaydol:
Yorumlar (Atom)